31 Ocak 2016 Pazar

Happy Moon's Ataköy Galleria


Geçtiğimiz Cuma doktor kontrolüm için Yeşilköy'deki hastanemize gitmiştik ve uzun süre hastanede kalınca çıkışımız da akşam saatlerini bulmuştu. Ailecek eve geçmeden evvel bir yerlerde bir şeyler yiyelim diye düşündük. Aklımıza, gençliğimizde hep Fenerbahçe'de gittiğimiz, şimdilerde Galleria Ataköy'de de açılan, Happy Moon's u denemek geldi. Fenerbahçe'deki Happy Moon's u o kadar çok seviyorduk ki aynı hizmet ve kaliteli tadı burada da bulabilecek miydi merak ediyorduk.

Öncelikle mekanın dekorasyon kalitesi Happy Moon's ismine yaraşırdı. Yanımızda kızımız da olduğundan içeride oturmayı tercih ettik. İçeriyi de en az dış mekan kadar güzel dekore etmişlerdi. Büyük ve rahat koltuklarda oturarak, rahat rahat yemek yiyebilecektik. Menü klasik Happy Moon's menüsüydü. Yine buraya özel meksika spesyallerinden seçtik ve beklemeye başladık. Burada belirtmeden geçemeyeceğim, daha kapıdan girerken başlayıp masanızda sizi takip eden kaliteli ve güleryüzlü hizmet ile size yaklaşan bir garson ordusu ile karşılaşıyorsunuz. Hepsi istisnasız samimi, seviyeli ve kaliteli. Gelen yemeklerin kalitesi de Fenerbahçe şubesini aratmayacak seviyedeydi. Genelde ben bu tarz zincirlerin diğer şubelerini gitmekten imtina ederim çünkü aynı kaliteyi her şubede yakalayamayacaklarını düşünürüm. Buna örnek olarak gösterebileceğim Midpoint zinciri var mesela. Her şube birbirinden farklı her şube sanki ayrı bir restaurant gibi. Neyse buraya da aynı kuşku ile gelmiş olmama rağmen gerek yemeklerinin kalitesi gerekse de hizmetin seviyesi ile beni bu anlamda yanıltmayı başarmış bir mekandır. Fiyat olarak da benzer zincirlere kıyaslandığında aynı bütçeyi ayırabileceğinizi söyleyebilirim; ne çok pahalı ne de çok ucuz bir mekan.

Birgün yolunuz düştüğünde muhakkak denemenizi ve keyifli meksika menülerinin tadına varmanızı tavsiye ederim. Akabinde o enfes tatlılarını da denemeyi unutmayın derim; muhakkak tatlılar için midenizde bir yer ayırın :)


Happy Moon's Ataköy
Adres: Galleria (Ataköy 1. Kısım, Sahilyolu), Bakırköy, Türkiye
Haritalar: https://www.google.com/maps/dir//40.9748655,28.8705378/@40.9752045,28.8643386,16z


26 Ocak 2016 Salı

Polina - Polonezköy

Polonezköy artık eskisi gibi değil diyerek başlamak istiyorum bu yazıma. Eski dediğim de çok uzun zaman öncesi değil, 2003-2004-2005 yıllarında bile daha nezih, daha sakin, daha doğal, daha debdebeden uzak, tam bir dinlenme, huzurla doğa ile iç içe olma, şehirden kaçıp uzaklaşma mekanı iken, şimdilerde şehir içinde gideceğiniz herhangi bir lokasyondan pek de bir farkı kalmamış. Köyün girişindeki upuzun araç kuyruğunda sinirleriniz bozulmadan sabredebiliyorsanız, ikinci zorlu etap park yeri bulmaya geliyor. Herkes üst üste. Tam bir mahşeri kalabalık. Arabayı da parkedebildiniz diyelim, benim gibi Polonezköy'ün eskisini bilenlerdenseniz, büyük bir beklenti ile mekana doğru adımınızı atıyorsunuz. Ama gelin görün ki ortada ne bir doğa var ne de bir huzur. Aynı keşmekeşlik orada da var, aman diyeyim rezervasyonsuz hiçbir mekana gitmeyin. Eskiden hatırlıyorum, mangal yapmaya giderdik, mekanların bahçe kısmı, gözünüzün alabildiğinde çim ve etrafı büyük ağaçlarla çevrili olurdu. Atarlardı dilediğiniz bir yere masanızı sandalyenizi, mangalınız gelirdi, rahat rahat, sakin sakin, huzurlu huzurlu bir gün geçirirdiniz şehirden uzak. Ama şimdi öyle mekan bulmanın çok zor olduğunu söylüyor herkes. İnatla araştırır mıyım bilmem çünkü bir daha Polonezköy deseniz iki kere düşünecek hale geldim Polina sayesinde.


Polina ismini çok sık duyuyordum, eminim siz de duymuşsunuzdur. Yok ev yapımı pastalarıyla ünlü diyenler oldu, yok Foursquare e bakıyorsunuz puanlar havalarda uçuşuyor. Ben size direk burada gidip yaşadıklarımı anlatacağım. Gitmeden evvel özellikle bahçe kısmında rezervasyonumuzu yaptırmıştık. Amaç; uzun süredir görüşmediğimiz dostlarımızla doğa içerisinde bir kahvaltı yapmaktı. Onlar da Polina ismini çok sık duymuşlardı ve öneri olarak getirdiklerinde, bir Polonezköy aşığı olarak hemen kabul etmiştik. Neyse, yukarıda anlattığım tüm o trafik sıkıntısı ve park yeri buhranları sonrası, mekana girdik. Büyük bir beklenti ile bahçeye yöneldim, sandım ki şöyle önüme aynı eski zamanlardaki gibi bir cennet bahçesi açılacak. Hayır, en azından ağaçlıklı çimenli bir bahçe açılsaydı bari. Önümüze yokuş aşağı uzanan dik bir bahçe çıktı. Bahçenin her yanı daha fazla müşteri çekebilme gayesiyle olabildiğince efektif bir şekilde masalarla doldurulmuştu. Zemin yer yer taş, taş olmayan yerler ise kum; mevsimin hafif bahar olmasından kaynaklı yer yer çamurdu. İlk intibamdan çıkan not, görsellik anlamında sıfır diyebilirim. Neyse maksat beraber olmak, güzel vakit geçirmek derken, masamıza geçtik. İlk yirmi dakika etrafta arı gibi dolanan garsonların hiçbirisi yüzümüze dahi bakmadı. Hatta hemen bir aşağımızdaki masaya önümüzden gelip servis yapan garson bile, gayriihtiyari bile olsa "hayırdır siz ne bekliyorsunuz" bile demedi. Kolundan tutup zorla sipariş vermek zorunda kaldık. O sırada, hem bu ilgisizliğe içerleyip hem de bol bol mekanı gözlemleme imkanım olduğundan tesbit ettiğim ve garson-müşteri muhabbetlerinden çıkarttığım tek şey, arı gibi hizmet edilen masaların mekanın ya tanıdığı, ya akrabası, ya müdavimi, yani bir şekilde mekan sahibi ile bağlantısı olan kişiler olduğuydu. Bunu da direk kendilerine ilettim, hiç durmam. Zor bela masaya kahvaltı siparişimizi verdik. Toplam 8 büyük kişi olduğumuzu da düşünürseniz sevinirim :) Gelen kahvaltı içerisindekileri sayıyorum; 4 dikdörtgen dilim sıradan beyaz peynir, bir minik kase zeytin, bir ortaya tabak söğüş (sanıyorum sadece iki domates ve iki salatalıktan hazırlanmış), soğuk gelen sucuklu yumurta, gelmeyen ve kendimizin söylemek zorunda kaldığı çay, ve saymaya tenezzül edilecek bir artısı olmayan reçeller. Saat 12:00 olduğunda mekanda ne peynir kalmıştı ne de başka birşey. Ek olarak istediğimiz hiçbirşey; ekmek bile, dolaplarında yoktu. Ama aynı sırada, yine bir öndeki masaya yağdırılan kahvaltılıklar da gözümden kaçmadı. Özetle; PARAMIZLA REZİL OLDUK, DOYAMADIK DA!!! Günün tek ve en güzel yanı sevdiklerimizle birlikte olmuş olabilme şansını yakalamış olmamızdı. Bu şikayetlerin hepsini de ilgililere ilettiğimizde kendilerinden küstahça diye tabir edilebilecek bir konuşma şekliyle karşılık alıyor olmak da, artık mekanın "tok satıcı" statüsüne geçtiğinin bir başka göstergesi. Kendilerini geliştirmek adına malesef bir çabaları, en azından müşteri memnuniyeti açısından bir mahcubiyetleri yoktu. Siz kimsinizdi ki, puanları sosyal medyada görece fırlamış bir mekanın size ihtiyacı yoktu. Sanıyorum o puanlar da yukarıda bahsettiğim aynı imtiyazlı kesim tarafından sanal olarak atılmış puanlardı. Bu arada o meşhur pastalarından da yiyemedik; o da saat 12:00 e gelindiğinde bitmişti.


Velhasılı, ne doyduk, ne paramızın karşılığını aldık, ne doğada huzur bulabildik, ne şehirden uzaklaşabildik, ne de kaliteli bir mekanda haftasonumuzu değerlendirebildik. Foursquare yorumlarında geçen, o harika kaymaklar, pastalar, yok ev yapımı reçeller, o milletin yazdığı huzur falan da yok; inanmayın. Bunların hepsini bin kat daha fazla veren mekanlar mevcut; devam yazılarımın birinde onlardan da bahsedeceğim. Dolayısıyla yapmayın anacağım, gitmeyin, ille de Polonezköy diyorsanız Polina'ya bari gitmeyin :) (hala kendilerini düzeltmiş olduklarından yana şüphelerim çok ağır) Gidemeyesiniz diye de adres ve kroki bilgisini özellikle paylaşmıyorum :)


Sevgiler :)

23 Ocak 2016 Cumartesi

Kervan Kasap - Catalca

Bugün yine uzun süredir müdavimi olduğumuz Kervan Kasap ta aldık soluğu. Etleri, yoğurdu ve özellikle de benim gibi sucuk manyağı iseniz sucukları ile meşhur bu mekan 10 üzerinden kesinlikle 9 u hak ediyor. Kırdığım 1 puan ise tamamiyle adetten :) Etlerinin tazeliği ve kalitesi tartışılmaz. Midemiz bayram etsin şöyle doya doya et yiyelim diyorsanız kesinlikle uğramanız gereken bir mekan. Yemek sonrası hayrabolu tatlısı ve kabak tatlısı ise ne kadar tok olursanız olun tadılması gereken lezzetlerden. Hizmet, temizlik, güleryüzlü garsonlar ve hızlı servis ile kesinlikle bu 9 puanı alnının hakkıyla kazanıyor. Onun için ne yapın edin yolunuzu düşürüp muhakkak buraya gelin derim :) Iyi geceler...

Adres: Ferhatpasa Mahallesi Catalca Yolu Uzeri No:15/2 Catalca Istanbul
Tel: 0212 789 40 30




21 Ocak 2016 Perşembe

Voyage Sorgun Notları

Antalya Sorgun'da ultra herşey dahil keyfi

Ailecek çok uzun zamandır yazın bir tatil köyüne gidip ultra her şey dahil paketlerin tadını çıkartamıyorduk. O kadar uzun zaman olmuştu ki bu tarz tatillerin raconunu bile unutmuştuk. Kızımızın doğumunu, büyümesi, plansız yurtdışı gezileri derken ancak bu sene hayalimizdeki o muhteşem tatili yaşamak üzere, yaz ortasından araştırmalara başladık. Hem benim sıcakla aramın çok iyi olmaması hem de ramazan döneminin yazın tam ortasına denk gelmesi ile bize kalan en uygun zaman dilimi olan eylül ayını tercih etmek durumunda kaldık. Antalya'ya gidene kadar da hep tatilimizin yağmur ve çamura heba olacağını düşünerek korktum.

Yoğun internet araştırmaları, eşten dosttan alınan fikirler, otel önerileri, fiyat araştırması derken en nihayetinde soluğu en yakın bir ETSTUR bürosunda aldık. Taleplerimiz ve beklentilerimiz o kadar açık ve netti ki bize yardımcı olan bayan önümüze sadece iki seçenek çıkartmıştı. Aralarından bir tanesi ise bayana göre deniz kalitesi ile diğerini ekarte edebilirdi. Kendisine inanmaktan başka çaremiz olmadığından bayanın önerdiği o son tatil köyünde karar kılıp tüm rezervasyonlarımızı yaptırdık. Tesisin kapısından içeriye girene kadar da kafamızdaki soru işaretleri hiç geçmedi.
Tatilimize Gaziantep'te başlamıştık ve Antalya'ya Adana üzerinden hareket edecektik. Gaziantep-Adana arasını yörenin bilindik bir otobüs firması ile konforlu bir şekilde kat ettik. Adana'ya indiğimizde, eşim kısa bir şehir turu yapmayı önerdi ama maalesef benim gibi sıcakla aranız iyi değilse, ve sıcakta nefes bile alamıyorsanız, eylül ayında olsanız bile Adana'da dolaşma gafletinde bulunmayın derim. O kadar sıcak, insanın nefesini boğazından geri gönderen bir sıcak vardı ki neredeyse sokakta iki blok bile ilerlemeniz mümkün olmuyordu. Kendimi yakında gözüme kestirdiğim bir pastaneye atıp tuvalette kafamı suya soktuğumu hatırlıyorum. Adana'da tatilimiz için ihtiyacımız olan son öteberileri aldıktan sonra, benim yoğun ısrarlarım ile apar topar bir taksiye binip havaalanının yolunu tuttuk.

Adana maceramızı da bu şekilde atlattıktan sonra Antalya uçağımızın vaktine kadar, havaalanının o iç ferahlatan soğuğunda oturup dinlendik. En sonunda uçağımızın vakti gelmişti ve Antalya'ya doğru uçuşa geçtik. Antalya havaalanı, çok turistik olduğundan, oldukça modern, geniş, ferah gözüken bir havaalanıydı. Havaalanı içerisinde insanın içerisine bir ferahlık duygusu geliyordu. Bavullarımızı alır almaz tatilimize başlamıştık ve içten içe de ETS nin bu işte ne kadar başarılı olacağını, soru işaretlerimizin ne kadarını giderebileceklerini düşünerek havaalanından dışarı çıktık. Çıktığımız gibi karşımızda bizi ETS nin kocaman standı karşıladı. Standa gidip adımızı verdik. Önlerindeki organize listede hangi tatil köyünde kalıp, kaç nolu araç ile transfer edileceğimize dair tüm detaylar mevcuttu. Stanttaki gençler bize aracımıza kadar yardımcı oldular ve yüzümüzde kocaman bir gülümseme ile tatilimize başladık.

Tatil köyümüz, Antalya'nın bazı pahalı tatil köyleri gibi, çölün ortasında bir bina izlenimi vermiyordu; tam da istediğim gibi bol ağaçların arasında, sanki bir ormanın içerisine kendiliğinden gömülmüş gibi, ferah bir izlenim veriyordu. En sonunda gelmiştik; burası Voyage Sorgun'du. Dünya üzerinde bir cennete düşmüştük sanki :) Maceramız şimdi başlıyordu...

Genelde ultra her şey dahil tatil köylerinde yemek kalitesinin çok iyi olduğundan söz edilemez ama buradaki cafe, restoran ve ana açık büfe yemek bölümündeki yemeklerin tat ve kalitesi bence 10 üzerinden 9 u hakkediyordu. Otel çalışanlarının güleryüzü, samimiyeti ve seviyesi ise kesinlikle buraya önlerine geleni çalışmak için almadıklarını kanıtlıyordu. Neredeyse hepsinin düzgün bir şekilde İngilizce konuşabiliyor olması da gurur vericiydi. Ve bir çoğu da İngilizcenin yanısıra başka diller de konuşabiliyordu. Özellikle çocuk klübü bölümünde görev alan öğretmenlerin bir çoğunun başka milliyetten olması da yabancı çocuklar için büyük bir avantajdı diyebilirim. Otel içerisinde ve havuz kenarındaki temizlik, düzen, tertip mükemmeldi. Her şey sanki bir saat gibi tik tak tik tak işliyordu. Gerek gündüz gerekse de akşam aktiviteleri ve gösteriler hayranlık uyandırıcı bir şekilde kaliteli ve güzel organize edilmişti. Havuz kenarındaki meyve, dondurma, gözleme saatleri ile kendinizi sürekli bir şeyler yediğiniz garip, keyifli, dolce vita bir yaşamın içerisinde buluveriyordunuz. Deniz ise bayanın bize anlattığı gibi gerçekten güzeldi ve çoğunlukla havuz yerine denizi tercih etmeye çalışıyorduk. Ama minik kızımız, tüm çocuklar gibi, havuzu tercih ettiğinden bir süre sonra ona ayak uydurmak durumunda kalmıştık. Tatil köyü, hem internet sitesinde bahsedildiği, hem de ETSTUR'daki bayanın bize anlattığı gibi tam bir çocuk dostu tatil köyüydü. Açık büfede, bir koca alan, sadece minik bebeklere ayrılmıştı ve haşlama sebzeden organik yoğurduna kadar her şeyi bulabiliyordunuz. Hatta büfeye konan elektronik malzemelerle evinizin rahatındaki gibi çorbanızı bile yapabiliyordunuz. Talebiniz olması halinde resepsiyondan size bir puset bile temin edilebiliyor; yine ihtiyacınız olması halinde elektrikli termometre ve benzer hizmetleri odanıza kadar getirebiliyorlardı. Çocuklar için oldukça büyük ve yeterli sayılabilecek bir klüp söz konusuydu ve bu klüp içerisinde çocuklar için hergün yeni ve değişik aktiviteler, oyun saatleri ve sinema günleri organize ediyorlardı. Girişinde kendi iletişim detaylarınızı paylaşarak çocuğunuzu kaydettirip, gönül rahatlığı ile kendisini bırakıp diğer çocuklarla eğlenmesini sağlayabileceğiniz oldukça güvenli bir mekandı. Tatil köyünün içerisinde hem çocuklar hem de büyükler için de, içerisinde su kaydıraklarının olduğu, ayrı bir eğlence havuzu da mevcuttu. Kısacası, tatil köyü, bebek veya büyük çocukla, rahatlıkla gidebileceğiniz ve tatilinizin tadını sonuna kadar çıkartabileceğiniz tüm özelliklere sahipti. Bu da bizim için inanılmaz bir avantaj olmuştu. Tatil için yapabileceğim tek negatif yorum; günün özellikle ilerleyen saatlerinde üzerime basan yoğun, boğucu hava idi. Neredeyse oda dışındaki tüm vakitlerimi en yakındaki soğuk duşun altında nefes almaya çalışarak geçirmeye çalışmam sonucu 1.5 aydır atlatamadığım gribim de cabası :) Ama yine de değerdi diyorum. Bir de eylül ayı böyleyse ve siz de benim gibi sıcağa karşı tahammülsüzseniz kesinlikle daha erken aylarda tercih etmeyin diyebilirim :)

Tatilimiz bittiğinde, dönüş yolunda eşimle birbirimize bakıp, neredeyse aynı anda "seneye yine buraya geliyoruz" dedik ve gülümsedik. Hatta İstanbul'a döndüğümüzde, ETSTUR'daki o bayana elimizde bir tatlı ile gidip teşekkür etmek de istedik ama henüz başarabilmiş değiliz :) Sıradaki planımız kendisine kısa bir ziyarette bulunmak.

Sizler de şimdiden yaz için kendinize alternatif tatil köyleri arayışındaysanız diye Voyage notlarımızı sizlerle paylaşmak istedim...Malum indirimli rezervasyon dönemi de yaklaşıyor :)

Sevgiler......

20 Ocak 2016 Çarşamba

İtalya - Verona


Bir önceki yazımızda anlattığım Milano-Como maceralarımız sonrası Milano'da Duomo Katedralini gezdikten sonra otelimizden valizlerimizi alıp doğruca tren garının yolunu tuttuk. Bir sonraki durağımız Verona olacaktı; ve burada grubumuzun geri kalanı ile buluşacaktık. Konforlu ve hızlı denebilecek bir tren seyahati sonrası Verona'ya ulaştık.

Kızımın ilk 2 yaş sendromu krizi, maalesef tatilin tam da bu zamanına, elin ülkesinde bir tren garında, Algida dükkanının o şaşalı camekanının önüne denk geldi. O an Algida'ya da, İtalya'ya da, tren garına da, bu dükkanı tren garının en işlek yerine koyan zihniyete de, eşime güvenip cebime bir iki Euro bir şey koymamış olduğum için kendime de, bir dünya saydırdım :) Bir gıdım çocuk tren garının içini, dışını, hatta garın önündeki en işlek caddeyi birbirine kattı da biz iki koca kadın, arkadaşımla ben, alıp da çocuğu pusete bağlayamadık. Tabii İtalyan polislerinin bize bakışı ve her an beni tutuklamaya hazır duruşları içerisinde Verona garının halen bendeki tek anısı araba altlarından topladığım bir yaramaz çocuk oldu :) Özetle, çocuklu gezenler için tavsiyem cebinizde paranız olsun, baktınız çocuk çığırdan çıkmak üzere, verin ne kadarsa parası alın dondurmasını arkadaş :)

Neyse Verona'daki ilk maceramızı da bu şekilde atlattıktan sonra kalacağımız otel olan Crowne Plaza Verona Fiera ya ulaştık. Gerçekten konforlu, temiz ve üst düzey bir oteldi. Bu tur sırasındaki otel beklentilerimizi bir önceki yazımda paylaşmıştım sizlerle ve bu otel de beklentilerimizi fazlasıyla karşılıyordu. Otellerimizi tura çıkmadan çok evvel, kimisini puanlarımızla kimisini de erken rezervasyon seçeneği ile en iyi fiyatı sunan bir takım online booking siteleri vasıtasıyla aldığımız için fiyat-kalite avantajını da sonuna kadar yaşadık.

Eşyalarımızı odalarımıza yerleştirip kısa bir dinlenme molası verdikten sonra şehir merkezine otelin shuttle seferi ile ulaştık. Shuttle ın bizi bıraktığı yerden biraz yürüyüp Verona Arena'sı ile başlayan Bra Meydanı'na ulaştık. Arena'yı arkadaşlarımız o sırada geziyor olduğundan o ziyareti ertesi güne bırakıp kendileri ile Arena'nın önünde buluştuk ve ilk durağımız olan Juliet'in Evi'ne (Casa di Giulietta) gittik. O sırada Verona'nın o tarih kokan kalabalık insan seli sokaklarından geçip mimarinin bol bol fotoğraflarını çektik. Akşamüstüne doğru yemek yiyecek bir yer ararken bu sokaklarda fazlasıyla kaybolma imkanımız olacaktı :)  Juliet'in Evi'nin önünde bizi bir izdiham karşıladı. Evin minicik avlusuna daracık bir koridordan girmeye çalışan bir insan seli düşleyin. Sonunda evin içerisine girmeyi başarabildik ve o meşhur pencerede bizler de birkaç foto çekilip evden ayrıldık. Verona'ya kadar gidilip görülmeden dönülmemesi gereken bir yer tabii ki de ama en nihayetinde bir ev ve bir balkondan ibaret; çok fazla beklentiye girmemeniz için belirtmek istedim :) Bir de tabii evin içerisindeki o tarihi doku insanı alıp başka bir çağa götürüyor onu da yadsıyamam.






Evden ayrıldıktan sonra bir küçük mola vermek için hemen yakınımızdaki Erbe Meydanı'nda aldık soluğu. Meydanda bir sürü küçük cafe, sokak satıcıları, kermes tarzı hediyelik eşya standları ve en unutamadığım da cuplar içerisinde birbirinden leziz meyveler sunan minik standlar bizi karşıladı. Burada gözümüze kestirdiğimiz bir cafe olan Caffe Barbarani ye oturduk. Soluklanırken kendimize Verona'da her yerde gördüğümüz ve bizim çiğ böreğimizi andıran ama daha sandviç kıvamındaki içi değişik malzemelerle dolu adını hala bilmediğim sandviçlerden söyledik. Ve tabii ki de yanına kendime bir spritz siparişi verdim :) Tur araştırmalarımız boyunca hemen hemen her blogda okuyup denenmesi gerektiği söylenen bu içkiyi denemeden buradan ayrılamazdım :) Özetle, bendeki ilk intibası asitli, baloncuklu, fresh, alkollü içecek şeklinde oldu. Beğenmedim mi...Tabii ki de beğendim ve kesinlikle tatmanızı tavsiye ediyorum.





Dinlenme aşamasını geçtikten sonra hemen yakınımızdaki Verona Saat Kulesi'ne (Lamberti Tower) gittik. İçerisine her ne kadar da giriş yapamasak da tepesine kadar erişme ve bol bol foto çekebilme imkanımız oldu :) Oradan ayrıldıktan sonra ise bir sonraki durağımız olan, Adige Nehri üzerinde yer alan ve eski kale anlamına gelen Castelvecchio'ya geçtik. Yavaş yavaş İtalyanların maalesef o kaba ve kendilerini beğenmiş yüzleri karşılaşmaya başladığımız noktaların başında burası geliyor. Kale surlarında gezmeniz serbest ve fotoğraf makinenizle mükemmel fotolar yakalamanız mümkün. Girişinde ise sırt çantalarınızı kilitli dolaplara koymanız talep ediliyor ama inanın bana kavga etmeniz an meselesi olabilir çünkü sırtında sizinkinden daha büyük bir çanta ile yanınızdan ve güvenliğin önünden geçip giden İtalyanları görüp ister istemez kuralı sorguluyorsunuz ve karşınızdaki suratsız adam-kadınlardan cevap alamıyorsunuz. Sanıyorum İtalyanca bilip orada karşımdaki güvenlik görevlisi kadınla İngilizce değil de İtalyanca konuşsaydım biz de kurala tabi olmayabilirdik. Bir de kadının sürekli kızımı gösterip hiçbirşeyi ellemediği halde "hiçbirşeyi ellemesin" uyarısı yapması akabinde kendimi tutamayıp sert bir ses tonu ve ifade ile nereyi ellediğini sorduğum ve işine bakması gerektiğini söylediğim doğrudur :) Bunlar gibi küçük pürüzler dışında kalenin içi, surlar, manzara muhteşemdi; ve görülmeye değerdi. Yaşadığım o anlık gerginliğe bile değdiğini söyleyebilirim.











Kaleyi gezdikten sonra Adige Nehri boyunca Verona'yı sahilden turlayıp yine kendimizi Arena'nın önündeki Bra Meydanı'nda bulduk. Ve akşam yemeği için hummalı mekan arayışlarımız başladı. Gruptan iki arkadaşımızın önerisi ile güzel bir restorantta soluğu aldık ama inanır mısınız şu anda gruptan kimse bu restorantın ismini hatırlayamıyor. Esnaf lokantası görünümündeki bu restorantta yediğimiz pizzalar, Milano'da yediklerimizden sonra, o ana kadar yediklerimizin en iyisiydi. Ve tabii masaya yine spritz eşlik etti :) Ben yine de mekanda çekilmiş fotolarımızı aşağıya koyacağım sizler için. Umuyorum okuyucularımdan birisi de tanıyıp bizimle mekanın ismini yeniden paylaşabilir :) Kimbilir belki de masanın ortasında öylece duran fişin üzerini okuyabileniniz çıkar belli mi olur :)


Yemeklerimizi de yiyip günü tamamladıktan sonra otele dönebilmek için Bra Meydanı'na yürüyüp taksi ile otele dönme kararı almıştık ki yağmura yakalandık. Verona'da asıl işkencemiz şimdi başlıyordu. Memleketimin gözünü seveyim diye tabir ettiğimiz durumla tam tamına yirmi dakika yağmur altında taksi bulmaya çalışırken karşılaştık. Öyle buradaki gibi el edip taksi çeviremiyorsunuz maalesef orada. Hele kişi sayınız bizimkisi gibi yüksekse hem büyük bir araç çağırmanız, şanslıysanız yoldan çevirmeniz, hem de adamlara nedenini anlayamadığımız bir şekilde ekstra bir para vermeniz söz konusu. Turistler bir daha bizim taksiciler için soyguncu derse yemin olsun yürüyüş başlatacağım taksim meydanında :) Neyse binbir çaba ile bir taksiye doluşup otelimize gelebildik ve yumuşacık kaz tüyü yatağımızda günün yorgunluğu ile derin bir uykuya daldık. Otelin yastıklarımıza sürmemiz ve derin bir uyku çekmemiz için yatağa bıraktığı losyonu yastıklara sıkmayı ihmal etmedik ve iki dakika sonra hepimiz mışıl mışıl uyumuştuk :)

Ertesi sabah ise yine kahvaltımızı otelde almadık ve dosdoğru Bra Meydanı'nda soluğu alıp kahvaltımızı meydandaki Ristorante Ippopotamo isimli cafe-restorantta aldık. Hızlı, güzel ve kaliteli birşeyler yemek istiyorduk ve burası da hepsini karşılıyordu. Kahvaltı sonrası bir önceki gün gezemediğimiz Arena'yı (Arena di Verona) gezdik. Önünde inanılmaz bir bekleme kuyruğu vardı ve elimizdeki şehir kartları ile neden kuyrukta beklememiz gerektiğini bilmiyorduk. O an Türk'ün kafası çalıştı, kuyruktan ayrılıp doğruca gişeye doğru gittik, grup gişesi yazan yerde bir iki kişi vardı, onları bekleyip iki dakika içerisinde Arena'ya girmiştik :) Diğerleri arkada bekleyedursundu :) Arena güzel, otantik, tarihi bir mekandı ama sanıyorum gündüz gözü ile gitmiş olmamız ve Arena'nın ortasına operalar için döşedikleri sandalyeler dokuyu oldukça bozduğundan, dışarıda milyonlarca kişinin kuyrukta bekleyeceği kadar ahım şahım bir yer gibi gelmemişti bana. Sanıyorum bir sonraki gidişimizde Arena'da kesinlikle bir opera izlemeliyiz. İşte o zaman o dokunun ve mimarinin farkına varabiliriz diye düşünüyorum.


Arena'yı da çabucak gezip bitirdikten sonra Verona'da daha fazla vakit kaybetmeden gezimizin son durağı olan Venedik'e erkenden ulaşabilmek için yine tren garının yolunu tuttuk. Gün sayımız kısıtlı olduğundan Garda Gölü'nü görmeyi bir sonraki İtalya turumuza bırakmak zorunda kaldık. Bir sonraki yazımızda Venedik gezi notlarımız ile bu İtalya maceramızı sonlandırıyor olacağız :) İyi geceler herkese :)

19 Ocak 2016 Salı

İtalya - Milano - Como


Kadim dostlarımızla uzun zamandır yapmayı planladığımız yurtdışı seyahatimizi 2015 in mayıs ayında en nihayet gerçekleştirebilmiştik. Havalimanında uçuşumuzu beklerken fotoğraf makinamızın ayarlarını heyecanla kontrol ediyor ve deneme çekimleri yapıyorduk. İlk gün planımız, İstanbul'dan Milano'ya inmek, otele yerleşmek ve gezilecek yerleri gezmeye başlamaktı. Sonraki gün ise Como Gölü'ne gidip orayı görecektik.

Uçuşumuz çok güzel geçti ve Milano'ya sağ salim indik. Milano havalimanından tren ile Milano merkeze kadar geldik. İtalya turumuzun tümünde toplu taşıma araçları hayatımızı kurtaracaktı. Sizlere de İtalya seyahatiniz için toplu taşıma kartlarından temin etmenizi kesinlikle tavsiye ediyorum. Merkezden otelimize kadar yürümeyi tercih ettik. Bu şekilde şehrin o kısmını da görebilme şansını yakalamış olduk. Aslında Milano'da çok da fazla görülebilecek yerler yok; özünde bir moda şehri. Ortalama yarım saatlik bir yürüyüş sonrası kalacağımız otel olan İbis Milano Centro'ya ulaştık ve girişlerimizi yaptırdık. Çocukla yurtdışına ilk çıkışımız değildi ama bu sefer sanki kızımızda bir değişiklik vardı. Çok da fazla önemsemedik. Otel İbis kalitesinde odaları ve temizliği ile beklentilerimizi karşılıyordu. Bu seyahatte otel seçerken konaklama, temizlik ve uygun fiyat kriterleri dışında başka hiçbirşey gözetmedik ve bu otel hepsini fazlasıyla karşılıyordu. Odalarımıza yerleştikten sonra günlük programımızda ufak bir değişikliğe gittik. Günün geri kalanını Como Gölü'nde geçirip orayı gördükten sonra Milano'ya geri dönmeyi, ertesi gün de Milano'da gezilecek yerleri görüp turumuzun ikinci kısmı olan Verona'ya doğru devam etmeye karar verdik. Karnımız çok aç olduğundan öğle yemeğimizi Milano'da enfes bir restorantta, muhteşem pizzalar eşliğinde yaptık. Burayı bulana kadar da büyük kocaman ve büyüleyici bir park içerisinden geçtik; dar sokaklara hayran kaldık. Mekanın ismi Taverna Del Borgo Antico. Muhakkak gidip görmeniz gereken bir yer. Mekanın yakınlarında, o dar sokaklar arasında, bir sürü mekan bulabilirsiniz ama biz tesadüfen, foursquare den puanına bakarak, bu mekanı seçmiştik ve inanır mısınız masadan kalktığımızda hiç de pişman değildik :) Pizzaların tadı damağımızda kalmıştı. İşte bu mekanda kızımın rahatsızlığı da başlamıştı ve ani bir şekilde kusmaya başlamıştı. Öncesinde geçici bir şey olduğunu düşünmüştük. Ama günün ilerleyen zamanlarında da devam edince endişe seviyemiz artmadı değil. Ama yine de yılmadık, yollarda kusa kusa, elimizdeki haritadan yakınlarında olduğumuzu gördüğümüz Il Castello di Milano ya gittik. Ne kadar kısa zaman içerisinde ne kadar çok yer görebilirsek o kadar iyi mantığı ile yola çıkmıştık. Gereksiz ayrıntılardan uzak duracak ve sadece vurucu mekanları ziyaret edecektik. İlk turumuz için bu önemliydi. İkinci gidişimizde ayrıntılar içerisinde kaybolabilirdik :) Kalenin içerisine girdiğimiz gibi kızım pusetten inmek istedi ve indiği gibi yediği herşeyi kalenin ortalık yerine çıkarttı :) Tam da rezil olduğumuzun resmiydi ama o gün orada tamamiyle inandım ki yabancı ülkelerde bu tarz durumlarda insanlar size irrite edici gözlerle bakmaktansa sizi kendi halinize bırakmayı veya yardımcı olmayı tercih ediyorlardı. Aynı olayı Türkiye'de yaşasam eminim çok daha zor bir sosyal ortamda kendimi bulabilirdim. Apar topar kızımın üzerine değiştirip kale gezimize devam ettikten sonra hemen yolculuğumuzun ikinci aşaması olan Como Gölü aşamasına geçtik. Soluğu hemen tren garında aldık ve Como Gölü'ne kalkacak ilk treni beklemeye başladık.









Tren tam da bilette belirtilen saatte geldi, yolcuları aldı ve tam da bilette belirttikleri saatte hareket etti. Türkiye'de bin yıl içerisinde eskaza bile olsa rastlanması mümkün olmayan bir enstantaneydi :) Yolculuk boyunca kızım güzel bir uyku çekmişti ve midesi biraz olsun rahatlar diye düşünüyordum. Çok konforlu bir şekilde Como Gölü'ne varmıştık. Kısa bir göl kenarı turu yaptıktan sonra keşke geceyi burada geçirseydik diye düşündüğümüz de oldu :) Göl ve manzara inanılmaz güzellikteydi. Kızıma yedek kıyafetler seçebilmek için kendimi Como'nun merkezinden içeriye doğru bir ağ gibi açılan sokaklarda kaybettik. Sonra da İtalya turumuzdaki ilk dondurmamızı Como Gölü'nde, Gelateria i Tre Santi isimli minik dondurmacıda aldık. Gerçekten unutulmaz bir tattı. Dondurma gibi dondurma yedik :) Krema değil tam da "gelato" nun kelime karşılığı olan bir dondurma idi. İtalya'nın neresine giderseniz gidin bu kalitede dondurmalarla karşılaşacağınız kesin.











Como'da yavaş yavaş güneş batmaya başlamıştı ve hava hafiften soğumaya yüz tutmuştu. Bu da artık Milano'ya dönmemiz gerektiği mesajını veriyordu bize. Kızımın ateşi de hafiften yükselmeye başlamıştı ve dönüş için koşa koşa garın yolunu tuttuk. Siz de çocuklarla beraber yurtdışına çıkacaksanız aklınızda ve çantanızda olması gereken ilaçların başında ağrı kesici-ateş düşürücüler ve kesinlikle bulantı önleyici ilaçlar yer almalı. Gitmeden yanınıza almayı unutmayın derim. Çünkü özellikle yurtdışındaki eczanelerde 2-3 yaş çocuklarına kolayca gidip ilaç alamıyorsunuz; muhakkak reçete sunmanız gerekiyor.

Yorucu bir günün sonunda soluğu Milano'daki otelimizin rahat yatağında almıştık. Kızımın rahatsızlığı yüzünden ne kadar zor geçmiş olsa da bir o kadar keyifli bir gündü. Ertesi gün öğlene kadar vaktimiz vardı ve bu süre içerisinde Milano'yu daha önceden görmüş olan eşim kızımla beraber otelde dinlenmeye devam ederken biz de arkadaşlarımızla kısa bir alışveriş ve müze turu yaptık :)




Dışarıda hava yağmurluydu; hem ıslanmamak hem de vakitten kazanabilmek adına soluğu yakınımızdaki metro istasyonunda aldık ve Duomo Meydanına (Piazza del Duomo) gittik.
Meydanın etrafında yer alan, modanın öncü markalarının mağazaları arasında, o moda kokusunu içimize çekerek dolandık. Duomo Katedrali'ni de gezip sonrasında çıkışta soluğu H&M de alıp güzel bir alışveriş ile Milano'yu noktaladık :)

Geldiğimiz gibi metro ile otelimize dönerken içimizde turumuzun bir sonraki şehri olan Verona'da neler göreceğimizin heyecanı, aklımızda da tur planımızı nasıl şekillendireceğimiz vardı. Bu duygular içerisinde Milano'ya hoşçakal dedik....