24 Haziran 2016 Cuma

Maldivler Seyahat Notları


Maldivler...Bilim çevrelerince önümüzdeki yüzyıl içerisinde okyanus sularının altında kalacağı öngörülen, yani herkesin bir şekilde gidip görmesi gerektiği yerlerden birisi. Bunun için de en geçerli sebep sanıyorum balayı olurdu dedik ve Maldivlerin yolunu tuttuk. Hayatımız boyunca verdiğimiz en doğru kararmış diyebilirim.

Tropikal iklime sahip Maldivler seyahati için en uygun aylar kuru mevsim olarak da nitelendirilen Aralık ayı ile Nisan ayı arasındadır. Biz de Nisan ayını tercih edip yola koyulmuştuk. Yurtdışı seyahatlerinde en nefret ettiğim şey vize telaşı olduğundan, ve Maldivler 30 gün kalış süresine kadar vize istemediğinden, gittiğim ilk, en rahat uluslararası yolculuktu diyebilirim. İkincisi ise benzer bir sebeple Bosna Hersek idi. O da bir başka yazımızın konusu olacak önümüzdeki zamanlarda diyerek Maldivler seyahatimizden notlarla devam edelim.

Maldivlerin başkenti Male'ye ulaşmak için öncelikle İstanbul'dan Dubai'ye 5 saatlik bir uçuş yaptık. Dubai'de aktarma aldıktan sonra 4.5 saatlik bir başka uçuş sonrası Maldivlerin başkenti olan Male'ye ulaştık. Maldivler'de oteller üzerinde bulundukları adanın adı ile anıldıklarından konaklayacağımız Sun Island'a gitmek üzere havalimanı çıkışında bizi bekleyen otel yetkilileri ile buluştuk. Maldivler'de, başkente olan konumları itibariyle, kimi adalara küçük teknelerle kimilerine de deniz uçakları ile ulaşım sağlanabildiğinden, ve biz deniz uçağına binmenin nasıl birşey olduğunu tecrübe etmek istediğimizden, başkente uzak adalardan biri olan Sun Island'ı tercih etmiştik. Male'den adaya ulaşmamız da sanıyorum yarım saat kadar sürmüştü. Male havalimanına indiğimizde bizi dışarıda ağır ve küflü bir nem kokusu karşılamıştı. Kokuya alışmam biraz zaman alsa da insanoğlunun her şarta kısa zamanda ayak uydurabilen mucizevi bünyesi sayesinde bir kaç dakika sonra koku burnuma gelmemeye başlamıştı. Havalimanından dışarıya adımımızı atar atmaz kendimizi bir mahalle pazarının girişinde bekler gibi hissetmiştik. Sanki ardımızdaki bina havalimanı değil de her mahallede rastlanabilecek sıradan bir bina gibiydi. Deniz uçakları ile adamıza aktarma sırası bize geldiğinde asıl Maldivler seyahatimiz başlamıştı. Okyanusu tepeden fotoğrafladığımız, adaların ve denizin en güzel hallerini tepeden seyrederek gerçekleştirdiğimiz kısa bir uçuş sonrası denize iniş yaparak adamıza ulaşmıştık. Denize iniş yapan uçaktan bizi küçük tekneler kıyıya getirmişti. Deniz uçaklarını da öyle hayalinizdeki gibi standart giyimli pilotlar değil, şortlu parmak arası terlikli dolmuş şöföründen hallice pilotlar uçuruyordu. Şort neyse de parmak arası terlikleri gördüğümde bu kısacık uçuşa karşı olan güvenim tamamen sarsılmış ve yükseklik korkum bir anda kendini kalp çarpıntısı olarak göstermişti. Neyse ki uçuşumuz, bu görsel etkilerin tamamen tersine, sorunsuz ve güvenli bir şekilde tamamlanmıştı. Hayatımda yaşadığım ender tecrübelerden biriydi diyebilirim. Onun için de Maldivler'e gidecek olursanız sırf bu tecrübeyi yaşayabilmek adına uzak adaları tercih edin derim.






Adaya ayak bastığımız gibi muson yağmurlarına yakalandık. Moralimiz tamamen bozulmuş, tadımız tuzumuz kaçmış, verdiğimiz bir ton para boşa çıktı diye hayıflanırken; her sene bu mevsim aynı adaya yolculuk yapan bir teyzenin verdiği telkinler ile kendimizi bir nebze olsun toparlayabildik. Yağmurun kısa süreli olduğunu, bu aylarda böyle yağmurların görülebildiğini ve ertesi güne hiçbir şeyin kalmayacağını söyleyerek bizi rahatlatmaya çalıştı. Yağmurun kokusu, havadaki ağır nem ile birleşip acı bir tat olarak boğazımıza otururken bungalovumuzun yolunu tuttuk. Madem birşey yapıyoruz tam olsun diyerek bungalovumuzu okyanus üstü bungalovlarından almıştık. Yağmur şiddetini o kadar çok arttırmıştı ki Maldivler'deki ilk gecemizi bungalovun balkonundan okyanus üzerinde çakan şimşekleri seyrederek ve LOST izleyerek geçirdik. Ertesi gün uyandığımızda, teyzenin dediği gibi günlük güneşlik bir Maldivler sabahına uyandık.

Eşimle beraber sessiz, sakin, gürültü patırtı olmayan, sadece uzanıp güneşlenmeli, kitap okumalı ve kafa dinlemeli bir tatil tercih ettiğimizden, diğer otellere nazaran daha az aktivitesi ve gece hayatı olan Sun Island'ı tercih etmiştik. Seyahatimiz sonunda en doğru tercihi yaptığımıza da kanaat getirdik. Kahvaltımızı adanın tropik ortamında deniz kenarında hazırlanmış masamızda aldıktan sonra (ki her odaya fiks bir masa atandığını ve o masanın tüm tatil boyunca sizin odanıza ait olduğunu, bu anlamda masa ve yer bulma sıkıntısını ortadan kaldırdıklarını belirtmeden geçemeyeceğim) kendimizi koştur koştur o turkuaz sulara bıraktık. Kumsalda hazırlanırken üstlerinde t-shirt ile denize giren turistleri görüp küçümser bir şekilde onları eleştirirken, birkaç saat sonra güneş yanığı ile çarpılacağımızı bilemezdik tabii ki. Demek bir bildikleri varmış diyerek tatilimizin neredeyse ilk üç gününde kaşıntılı ve ağrılı güneş yanıklarımızla uğraştık diyebilirim. Yani siz siz olun denize girerken t-shirtlerinizi üstünüzden çıkartmayın. Tam yanıklarımız geçti derken bu sefer de tropik ortama alışkın olmayan bedenimin tropik moskitolar (sivrisinek) tarafından ısırılıp talan edilmesi ile uyuz gibi kaşınır olmuş ve ısırılan yerlerim şişip morarmaya başlamıştı. Zaten alerjik olan bünyem sanıyorum bu şekilde tepki vermişti, çünkü ısırılan diğer turist kızlar da ne bir kaşıntı ne de bir şişme vardı. Bu da gelip beni bulmuştu. Tam bir gece boyunca kaşıntıdan uyuyamayınca sabahına soluğu revirde almıştık. Revirde, ayaklarımda ve kollarımda oluşan şişliklerle morluklara bakan doktor, dudağının kenarında hafif bir tebessümle bana bunların moskito ısırığı olduğunu söylemesi üzerine kendimden geçmişim. En son kendimi, adama ingilizce "ben moskitonun memleketinden geliyorum, bu moskito değil başka birşey, moskito olsa ben anlardım" diye diretirken buldum. Velhasılı adamcağız elime bir sinek ısırığı kremi tutuşturup beni gerisingeri göndermişti. Gidecekler için ikinci önemli uyarım da yanınızda muhakkak sinek savar ve böcek sokmalarına karşı etkili bir krem götürmeniz. Bunu da atlattıktan sonra (atlattıktan sonra diyorum ama morluk ve şişlikler İstanbul'a döndükten sonra ancak geçebilmişti) geriye bize adanın, denizin ve deniz altının tadını çıkartmak kalıyordu.



Maldivler'e gittiğinizde yapmanız gereken şeylerin başında şnorkelle veya tüplü dalış yapmak gelmelidir. Denizin altında öylece sizi bekleyen o rengarenk dünyayı izlerken biz kendimizden geçmiştik. İşte güneş yanıklarımız da bu sırada meydana gelmişti. Değer miydi tabii ki de değerdi. Hatta balıkların envai çeşidi ile karşılaşmak, onları fotoğraflamak isterseniz bir püf noktası da denize ceplerinizde veya ellerinizde ekmeklerle girmeniz olacak. Cebinizden veya ellerinizden hafif hafif sızan ekmek kırıntılarına üşüşen balıkların arasında kalıp onlara dokunabilmek pahabiçilemez.



Gitmişken yapılmadan dönülmemesi gereken bir başka şey de, "night fishing" diye adlandırılan, bizim türkçede, balıkçılık literatüründe akşam suyuna çıkmak olarak nitelenen, akşam vakitlerinde, okyanusun ortasında balık avlamak. Bizim adamızda bu aktivite sonrası adaya dönüp tuttuğumuz balıkları sahilde yakılan mangallarda pişirip akşam yemeğini romantik bir ortamda almak da vardı. O da kaymağı oldu diyebilirim. Şansınız varsa teknedeyken balina bile görebilirsiniz. Uzaktan da olsa biz görmüştük, kendimi NatGeo izler gibi hissetmiştim.





Maldivler'e gidip de yapmamanın ayıp olacağı bir diğer aktivite köpekbalığı beslemek. Elinizde kovalarca balık bekliyor, köpekbalıklarının gelmeye alıştığı bir saatte kovalarca balığı denize boşaltıp ayaklarınızın dibinde köpekbalıklarının yemleri kapışmasını izliyorsunuz. Gördükleriniz inanılmaz. Tarif edilemez. Ağzım açık izlediğimi ve köpekbalıkları ile asla yüzyüze gelmek istemeyeceğimi düşündüğümü hatırlıyorum.


Bir diğer eğlenceli aktivite de profesyonel bakıcılar eşliğinde ve onların yönlendirmesi ile gecenin belirli vakitlerinde suda vatoz beslemek. Malesef eşim kadar cesaretli olamadığımdan elimi vatozun ağzına kadar sokup elimden balık almasına müsaade edemesem de suyun içerisinde bulunup yanıma kadar yaklaşan vatozun sırtını hafiften okşayabilmem bile bir başarı sanıyorum. Tabii o sırada vatozlarla beraber yamacımıza kadar gelen bebek köpekbalıklarını yakalama hevesim de cabası. Bunun peşinde koşarken arkamdaki turist bayanı görmemem ve bacağı bacağıma değdiğinde avazım çıktığı kadar attığım, bitmek bilmeyen çığlık sonucu, kadıncağızın da birşey oluyor veya birşey geldi diye düşünüp benimle beraber bağırmaya başlaması sonucu tüm adayı ayağa kaldırdığımı buradan itiraf etmek isterim :) Birkaç dakika sonra yanlış anlaşmayı düzeltmiştik ama birçok kişiye de alay konusu olmayı başarmıştım. Ama suç bende mi ki...Okyanusun ortasında, gece, ayaklarım denizin içerisinde, birgün evvel köpekbalığı beslemişim, insanın aklına hiç gelir mi ki ayağına değen o şey İngiliz bir turistin bacağıdır :)




Ve son olarak muhakkak kaldığınız adada bisiklet kiralamanızı ve boş vakitlerinizde adayı bisikletle turlamanızı; bol bol tropik meyvelerden yemenizi; ve bir kere de olsa masaj yaptırmanızı öneririm. Masaj; daha doğrusu birinin beni dakikalarca yoğurmasını sevmesem bile, yine de denemiştim ve çok memnun kalmıştım. Tropik bir adada, tropik ağaçlar ve tepenizden uçan tropik kuşların sesleri altında, size özel hazırlanmış, içinde havuzu ve tahtadan bir duşu olan avluda yapacağınız keyif bence herşeye değer.



Maldivler nüfusunun %97 si müslüman olduğundan yemek konusunda sıkıntı çekmeyeceğinizi düşünüyorum. Biz gönül rahatlığı ile her türlü eti ve yemeği bu anlamda rahat rahat tüketmiştik. Müslüman olmalarının verdiği hassasiyet ile tüm yemeklere ne eti olduğunu, kafalarda soru işaretine yer bırakmayacak şekilde, belirtmişlerdi. Garsonlarımızın ve oda servislerimizin nezaketi, güleryüzü, yardımseverliği ve hoş sohbetleri, bizi bu tatile biraz daha fazla bağlamıştı.

Dönüş günü geldiğinde açıkçası niye dönüyoruz diye hayıflanmamış, aklımızda güzel anılar ve kameramızda bir ton fotoğraf ile, iyi ki de gelmişiz diyerek evimizin yolunu tuttuk. Beş gece Maldivler için haydi haydi yetmişti ve aklımızda keşke şunu da yapsaydık dediğimiz hiçbir şey kalmamıştı.

Bence dünya gözü ile, yazının başında da belirttiğim gibi hazır Maldivler daha okyanus sularına gömülmemişken, ne yapıp edip, bir kenarda para zulalayıp buraya muhakkak gelmelisiniz. Yaşayacağınız ender tecrübelerden olacağına ben kefilim :) İyi seyirler efendim :)










10 Haziran 2016 Cuma

Dünyaya Barış Gelecekse Dut Ağaçlarının Gölgesinde Gelecek


Dut...İzmir maceramızın vazgeçilmezi...Yemekten evvel, yemekten sonra, ara öğünlerde itinayla bahçeye inip yediğimiz; yemek derken yanlış anlaşma olmasın talan ederken desem yeridir, damağımızda ekşi-tatlı, kekremsi bir tat bırakan, parmaklarımız, avucumuz ve üstümüz başımız dut oluncaya kadar hunharca yemeye devam ettiğimiz o muhteşem meyve...Çevremdekilerin yoğun isteği üzerine bu yazıyı işte bu mucizevi meyveye; duta ayırdım.

Dutun aslen vatanı Çin'dir. Ağaçta yetişen bir meyvedir; ve ağaçların boyu kimi yerlerde 15 metreye kadar uzanabilir. Ilıman iklimleri sevdiğinden yoğun olarak Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında yetişir. Mavi, siyah ve yeşil olmak üzere üç ana gruba ayrılır. Dut yaprakları ipek böceklerinin beslenmesinde kullanılır. Aynı zamanda dut yaprakları anti-enflamatuar olarak, saç dökülmelerine karşı ilaçlı tedavi olarak kullanılmaktadır. Çok eski çağlardan beridir alternatif tıp tarafından hastalıkların tedavisinde de kullanılır. Bunların yanısıra, kanseri önler, kan pıhtılaşmasına engel olur, kanı temizler, böbrekleri güçlendirir, soğukalgınlığı ve gribi önler, ameliyat ve doğumdan sonra iyileşmeyi hızlandırır, kan şekerinin sağlıklı seviyede kalmasına yardımcı olur, kalp sağlığını korur, görme yeteneğini geliştirir, ve içerdiği antioksidanlar sayesinde cilt sağlığına fayda sağlar. Tüm bu faydalarının yanısıra tüketilirken dikkat de edilmelidir. Özellikle farklı hastalıklarla mücadele edenler dut tüketimine dikkat etmelidirler.

Dut nedir ve faydaları nelerdir kısaca değindikten sonra yazımızın asıl konusuna dönebiliriz. Dut nasıl yenir? Öncelikle karınlarda dut için itinayla boş bir yer bırakılır, gerekiyorsa yemekten hafif aç kalkılır. Sonra elinizin altında bulabileceğiniz en eski kıyafetler giyilir -yoksa üstünüzdekilerin değerine markasına bakılmaksızın- çorap üzeri bahçe terliği modası takip edilerek dutun yanına yumuşak yumuşak yanaşılır. Yanınızda çok yediğinizden yakınan ve sizi daha fazla yemeyesiniz diye göz hapsinde tutan birileri varsa, binbir bahane bulunarak kaşla göz arasında soluk dut ağacının yamacında alınır. Düzenli bir ritm ile koparılıp yenir, koparılıp yenir, aralarda aklınıza geldikçe de birkaç tane elinizdeki kaseye atılır. Seansın sonunda kasenizde elle tutulur sayıda dut olmadığını görürsünüz; el mecbur eve girene kadar onlar da hoppp mideye iner. Kendi bahçeniz bittiğinde ise, sokağın köşesinde yola taşmış, yerlere dökülen, sebil olan komşunun ağacını gözünüze kestirirsiniz. Yerlerde ezilip gidiyor insan kursağına gitsin bahanesi ile yine çorap üstü terlik modasına sadık kalarak üşenmez yola koyulursunuz. Söz konusu olan dut yemekse, dünya modası orada durur, "biri beni görür mü, ay üstüm permeperişan, saçlarımın şu haline bak, renk uyumum bile yok" diye düşünmez kendinizi dutun kollarına bırakırsınız. Önce itinayla dutun komşunun bahçesinde olan kısmına değil de sokağa taşan kısmına musallat olursunuz. Bahçe tarafında kalan kısım onlarındır, bu işin raconunda o tarafa dokunmamak gerekir; ama sokağa taşan kısım artık göz hakkıdır; sizin olur. Evet kabul ediyorum, yerken göz hakkını biraz kaçıracak olabilirsiniz ama olsun yerlerde ezileceklerine insan kursağına gitmeliler. Sonra eş dost arkadaşı toplayıp dört koldan girilir ağacın altına. İşte orada herkes tek başınadır artık; karı-koca-akraba-kardeş kavramları orada yok olur, gözler birbirini görmez. Çoğu zaman insan ancak midesindeki o acımasız ağrı ile kendine geldiğinde farkeder nasıl da kendinden geçtiğini.







Dut ağacına musallat olmak, yaşınız kaç olursa olsun çocuk olmaktır. Bir nebze olsun işi, gücü, hayat gailesini unutup kendini bambaşka bir dünyada özgürce uçarken bulmaktır. İşte tam da bu yüzden, bu dünyaya barış gelecekse dut ağaçlarının gölgesinde gelmelidir. Barışın simgesi olarak kullanılan zeytin dalı, dut ağacının yaşattığı huzurun yanında solda sıfır kalır. O yüzden, hiç bugüne kadar yapmadıysanız en kısa sürede bir dut ağacına musallat olup, dallarından çocuklar gibi umarsızca dut yiyin isterim. Yanınıza çocuklarınızı da alın. Onlar henüz hayatlarında hiçbir meyveyi dalından koparıp yeme şansını bulamamışlarken; manavda, markette kilosu astronomik rakamlara ulaşan dutu, özgürce, avuç avuç, yeme şansını verin onlara. Bırakın o huzur, o barış, o mutluluk, çocuk dimaklarına süzülsün içten içe. Kendilerini gerçekten çocuk gibi hissettikleri nadir zamanlardan birinde bırakın o dostluğu dut ağacının dalları arasında tatsınlar. Ağacı, yeri, göğü, doğayı, ve barışı orada, o ağacın kollarında tatsınlar.

Diyorum ya, dünyaya bir gün barış gelecekse dut ağaçlarının gölgesinde gelecek. İşte o çocuklar için, içindeki çocuğu dizginleyemeyen bizim gibiler için, ve barışa aç bu yaşlı dünya için dut ekin, dut ekittirin :)

3 Haziran 2016 Cuma

İzmir'de Hıdırellez ve Huzurlu Bir Mekanı Urla Pier Hotel


Uzun bir aradan sonra yine memleketim İzmir'deydim. Elimde biri 3.5 yaşında diğeri 3 aylık iki kız çocuk ile uçaktan İzmir'e indiğimde burnuma ilk gelen koku yanık anız kokusu oldu. Ohh miss diyerek içime çekerken havayı, kızım ise tanımadığı bu kokuyu hiç sevmemişti. Oysa ki ben ne anılara hangi yıllara gidivermiştim birden. Yeniden memlekette olmak güzeldi. Daha uçaktan iner inmez yüzüme kan gelmişti mutluluktan. İzmir ve çevresinde gezilip görülecek yerler blogunu başka bir yazıya bırakarak bu blogda sadece biraz memleket özleminden biraz da İzmir'in incisi Urla Çeşmealtı'ndaki huzurlu mekan Urla Pier Hotel'den bahsedeceğim.

Havalimanından direk Narlıdere'de mandalina bahçelerinin arasındaki baba evine geçtik. Mandalinaların büyük kısmını kesip yerine betondan kocaman bir okul dikmiş olmalarına, ne acıdır ki apartman dikmemiş oldukları için sevinir hale gelmiştik. Yine de kalan bir kısım mandalina ağacının bahçeye saldığı o ferah koku sayesinde burada olmakla ne kadar iyi bir şey yaptığımı bir kez daha anladım.

Evimin duvarları arasında anılarımla geçirdiğim birkaç gün sonrası önceden hesaplanmamış bir şekilde Hıdırellez'i de burada karşılıyor olmak paha biçilemezdi. Zira İstanbul'da bir gül ağacı bile bulamazken burada kapının önüne çıkmam yetiyordu. O kadar biriktirmişim ki koca bir kağıda tam 14 maddelik dileklerimi sıraladım; kendim, annem, teyzem, arkadaşlarım, kardeşlerim için dileyebileceğim herşeyi o kağıda döktüm. Döktüm dökmesine ama uykuya yenik düşüp yıllarca özlemini çektiğim ateş üzerinden atlama ritüelini gerçekleştirememenin pişmanlığını yaşarken birkaç saat sonra tesadüfen gittiğimiz Mavibahçe AVM nin ortasındaki yeşillik alanda kurulmuş festival standında kendimizi dans ederken bulacağımız aklıma gelmezdi.

Öncelikle belirtmem lazım ki İzmir'in "Forum" sonrası bu kalitede bir AVM ye ihtiyacı vardı. Çünkü Forum açıkhava olmasına rağmen dükkanların çok bitişik olması, yeşillik alanın çok az olması ve labirent şeklinde dizayn edilmiş olmasının verdiği dezavantajın yanısıra Mavibahçe, ortasındaki geniş, göz alabildiğine uzanan festival alanı ile tamamiyle fark yaratıyor ve insanı deniz kenarında bir yerlerde hissettiriyordu. İşte o festival alanına kurulan muazzam konser standı ve kaliteli ekibi ile bize tam bir Hıdırellez şenliği yaşatan AVM yönetimi, aynı zamanda kurdukları bir başka stantta bizlere şıngırdayan bel kemerleri, rengarenk tefler ve ziller dağıttılar. Onları da alıp roman havaları eşliğinde kendimizi çimler üzerinde oynayıp festivalin tadını çıkartırken bulduk. Emekleri için buradan da kendilerine teşekkür etmek isterim. İstanbul'dan sonra ilk defa provokasyon olmadan kutlanan/kutlanabilen bir hıdırellezin tadı tamamen başka. Festival videomuza da youtube kanalım kırmızı başlıklı mino üzerinden ulaşabilirsiniz.

Izmir'de ve çevresinde gezilecek diğer yerleri 19 mayıs tatilimizin konusu olarak bir başka yazıya bırakarak Urla'nın yolunu tuttuk. Hem bahçe içerisinde, temiz havada çocuklar keyifli bir tatil geçirsin istedik hem de biraz huzur bulup kafa dinlemek için burada saklanalım dedik. Urla...Şehre bu kadar yakın, tam bir cennet...Şehir merkezine otobandan mesafesi, normal bir hızla gittiğinizde neredeyse yarım saat...Düşünün, yeri geliyor, biz bu kadar sürede, İstanbul'da neredeyse evimizin kapısından TEM'e veya E5'e bağlanamıyoruz. Ama Urla öyle mi...Denizin kenarında bir uçtan diğerine uzanan bembeyaz bir gerdan gibi parlak, naif, sessiz, yumuşak...Hele ki haftaiçi oradaysanız sessizliği dinlemek vücut bulur denize sıfır çayhanelerinde. Sokakları o kadar sessizdir ki kimi zaman sesiniz size geri döner karşı ki minik adalardan. Yazın sokaklardan taşan o vıcık vıcık insan seli bir kenara, Urla esas bu mevsimde güzeldir. Havadaki o anız kokusu ile karşınızda tabak gibi uzanan denizi, bu mevsim dışında, bu şekilde yan yana göremezsiniz. Çeşmealtı'nda denizde narin narin salınan tekneler, inci bir kolye gibi süsler sahili. Fotoğraf tutkunları için gün batımının binbir rengi ve hali onları bekler. Denizin ortasına uzanan tahta iskelelere oturup karşınızda yavaş yavaş sönen güneşi izlemenin ve İstanbul'un o tozunu, pasını, kirini, gürültüsünü, stresini unutmanın tadını size ne kadar çabalasam da anlatamam. Güneşin adaların arkasında kaybolurken yerini hafiften serin bir rüzgara bırakmasını ve en nihayetinde bir iki saat sonra o rüzgarın da dinip havayı tertemiz bir kokunun kaplamasını ve o kokunun teninizde bıraktığı yumuşaklığı ancak Urla İskele'de yaşarsınız.


Bir de tesadüfen önünüze bir hayır lokmacısı denk gelirse, bir de İzmirli iseniz, çocukluğunuza dönüverirsiniz. İstanbullular hayır lokmasını pek bilmez. Bizim buralarda hayır için lokma döktürülür sokaklarda. Girersiniz kuyruğa, deli gibi bekler, bir fatiha okur, amin der, alırsınız lokmanızı. Böyle sulu sulu, şerbetli olur. Sonra çocuk aklı işte, dönersiniz kuyruğun sonuna, yine beklersiniz ki sıra size gelsin. İzdiham, birbirini itip kakan, sıraya ikinci kez giren haşarı çocuklara kızan insanlar göremezsiniz o kuyrukta. İzmir'deyseniz eğer, sokakların birinde muhakkak karşınıza çıkarlar. Tadını tarif edemem, sormayın. Sadece lokma tadı değildir çünkü damağınızda kalan; anılarınızdan kokular, tatlar da gelir beraberinde ağzınıza. Bir gün yolunuz İzmir'e düşerse, sokaklarında dolanarak biraz vakit geçirin; elbet bir sokak köşesinde rast geleceksiniz bu muhteşem tada. Ben de işte İskele'de, bir elimde büyük kızım, koynumda küçük kızım, öylesine aylak aylak dolanırken karşıma çıkıverdi lokmacı amcalar. Büyük kızımı kaptığım gibi kuyruğa girdik. İstedim ki hayatı boyunca nadiren yaşayabileceği bu deneyimi görsün, bilsin, yaşasın. Kızım tabii böyle bir şeye daha önceden hiç tanık olmadığından, niye sırada beklediğimizi, neden amin dediğimizi, ve dahası neden para ödemediğimizi anlayamadı. Ama o minik parmakları ile o lokmaların tadına bir kez varınca, istemsiz bir şekilde yeniden kuyruğa girme dürtüsünün etkisinde kaldı. Ellerimden paçamdan çekiştire çekiştire yeniden soktu beni kuyruğa. Bu sefer tecrübeliydi. Tüm ritüelleri yerine getirip ikinci lokmasını da kapınca yüzündeki aydınlığı görmeliydiniz.



Lokmalarımızı da afiyetle midemize indirdikten sonra sıra akşam yemeğine gelmişti. Akşam yemeği için nicedir yolumu düşürüp ziyaret etmek, lezzetleri yemeklerinin tadına mekanında bakmak istediğim, annemin eski iş arkadaşının yeri olan Urla Pier Otel'in restaurantında, deniz kenarından bir masa rezerve ettik. Güneş hafiften karşı adaların ardında inmeye başladığında biz de masamıza oturmuş, rakılarımızı söylemiş, mezelerimizi bekliyorduk. Öncelikle, bulundukları binanın eski ve taş mimarisini bozmadan içerisini olabildiğince modern ve temiz dekore ettikleri için kendilerini buradan bir kez daha kutlamak isterim. Onun yanında söylediğimiz mezelerin tazeliği ve kıvamı tam anlamıyla yerindeydi. Kalamar, birçok yerde rastlayacağınız gibi sert ve kayış gibi değildi. Belli ki birkaç evvel tutulmuştu. İstanbul'daki buzhane kalamarları ile kıyas bile götürmezdi. Deniz börülcesini çok fazla öldürmemiş olmaları ve zeytinyağının içerisinde hafif diri kalmalarını başarmış olmaları da onlara benden ekstra bir puan daha getirdi. Yoğurtlu mezelerin içerisinde kullandıkları has zeytinyağının tadı ve kokusu size kendinizi gerçekten bir Ege kasabasında hissettiren yegane şey olabilir. Seçmiş olduğumuz balıkların da mevsim ve olta balığı olması et kaliteleri konusunda onları bir adım öne taşıyor. Ancak tatlılar konusunda kendilerini geliştirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Ortaya söylediğimiz fırında helva masaya geldiğinde çok sulu bir görüntüsü ve tadı vardı. Aslında sadece bu mekanın değil, bu çevredeki hemen hemen tüm mekanların fırında helva konusunda birkaç kez İstanbul'a gelip, buradaki mekanlardan püf noktalarını öğrenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Mekanda hizmet eden garsonların seviyesi, hızı, kalitesi ve ilgileri konusunda kesinlikle bu mekana tam not verebilirim. Özellikle, değiştirilmesi gereken tabakların veya doldurulması gereken bardakların anında, biz söylemeden, değişiyor ve yenileniyor olması kayda değer. Bu malesef birçok mekanda aslında göremediğimiz bir nokta. Bazıları mekanın doluluğundan, bazıları yetersiz garson sayısı ile çalışmalarından, bir kısmı da hizmetin bu aşamasını pek önemsemediklerinden, çoğunlukla kendinizi garsonların peşinde koşturur bir halde bulursunuz. Rahatsızlık verici bu durum, genelde benim mekandan soğumama ve neredeyse yemeği tamamlayamamama sebep olur. Mekan aynı zamanda üst katlarında yapılan zevkli dekorasyon sonrası butik otel olarak da bizlere temiz bir konaklama imkanı sunuyor. Tüm bunlar ışığında mekana vereceğim not 10 üzerinden 8.

Bir gün yolunuz düşerse Urla'yı gezmeden, sahillerinde dolaşmadan, gün batarken yemek yiyip kadeh tokuşturmadan dönmeyin derim.

Urla Pier
Adres: İskele Mahallesi 2126 Sokak No:17 Urla / İzmir
Tel: 0232 752 20 30